14 Temmuz 2016 Perşembe

Spor Salonu Karmaşası. ( Kendi Kendine Yorum. :D )


Merhabaa. :)

Bu yazıyı yazarken, çeşitli yerlerimin - ya da daha ziyade, her yerimin - ağrıyıp sızladığını belirtmeyi bir borç bilirim. Yıllardır hamlamış olmanın getirisiyle elbette biraz ağrımın sızımın olacağını tahmin ediyordum ama bir insanın gülmeye bile halinin kalmaması, hatta daha fenası gülerken bile karnının deli gibi ağrıması çekilir dert değil arkadaşlar.

Ama gel gelelim ,başka çaremiz de yok. Sadece diyetle kurtulamayacağım bir kiloya sahibim. Daha önce belirttiğim gibi, kilom çok şükür ki 3 basamaklı değil ama eğer ben tam vaktinde frene basmasaydım, bu yolun sonu tam olarak oydu.

Neyse, biz konumuza dönelim.

Bir spor salonuna başlamayı kardeşimle birlikte epeydir düşünüyorduk aslında ama bir türlü fırsat olmuyordu. En son, haziranın başı gibi çok ciddi niyetlendik ama araya ramazan girince bir kez daha sekteye uğradı. Diyete de tam olarak bu tarihte başlamıştım, diyet ramazanla bir şekilde gidiyordu ama spor hiç gitmezdi. Bende ramazanın bitmesini, bayramın geçmesini bekledim ve bu pazartesi spora başladık.


Başladığımız spor salonu, evimizin hemen yukarısında. Gidiş geliş kolay olsun diye orayı seçtik. Gayet sakin, temiz bir mekan; annemin iş yerine de gayet yakın. ( Gerçi son maddenin konumuzla ne ilgisi var bilmiyorum :D ) Yani epeydir gözüme takılan bir yerdi, gidip hızlıca kayıt olduk ve pazartesi başladık.

Çalışanlar gayet güler yüzlü insanlardı, bize şöyle bir spor salonunu ve hocaları tanıttılar. Kardeşimle bana aynı hoca yardımcı oluyor. O da en az girişteki bayan kadar samimi ve dostane bir tip. Üstelik anlayışlı da :) Her derdini gidip rahatlıkla açabilecekmişsin gibi bir yapısı var. Tabi bu yapısı, spor sırasında biraz kayboluyor, kaytarmaya pek de izin verecek birisi değil.

Spor salonu kaba taslak iki bölüme ayrılıyor. Düz anlatacak olursam girişteki bölüm kardiyo alanı. Yani amacı "zayıflamak, formda kalmak" olan üyelerin daha çok vakit geçirdiği yer. Burada koşu bantları, bisikletler ve tartılar mevcut. Diğer tarafta ise - burası biraz daha arkada kalıyor - kilo vermekten ziyade vücut geliştirmek isteyen üyelerin çalıştığı alanlar var. ( Buraya pek hakim olamadım henüz.)

Benim amacım belli olduğu için genel olarak ön tarafta çalışıyorum. Arka tarafta şimdilik sadece mekik çekmek için gidiyorum. 

Bunlar haricinde, spor salonun giyinme odaları, lavabolar ve egzersiz sırasında aşırı derecede terleyen insanlar için duş kabinleri bulunuyor. Çok titiz bir insan sayılmam, temiz olduğuna da eminim zaten ama huyum kurusun, burada duş alabileceğimi hiç sanmıyorum. 

İlk gün, önce üstümüzü giyindik, ardından da hocayla hızlıca tanıştık. Ne istediğimizi sordu ve bizde cevapladık. ( Diğer tüm soruları kayıt sırasında sormuşlardı zaten. )

Bunun ardından hoca beni hızlıca koşu bantlarının yanına götürüp, şunlardan birine binmemi söyledi. Tam olarak bunun aynısı değil ama neredeyse aynısı olan bir alete binip, yürümeye başladım. Bana hızını nasıl artıracağımı, nasıl azaltacağımı ve nasıl durduracağımı gösterdikten sonra da başladım hızlı hızlı yürümeye.

Adı koşu bandı ama ilk gün hiç koşmadım neredeyse. Ellerimi bıraktığım an düşecekmişim gibi geliyordu. :)

Ama hemen yanı başımdaki kardeşim ve diğer bir üye at gibi koştular maşallah. Bense oldukça hızlı bir tempoda yürümeye başladım. Ensemizde havlularla baya bi ter döktük.

Aletlerin güzel ve kullanışlı olmasının yanında yürüdüğünüz hıza göre kaç kalori yaktığınızı, ne kadar mesafe kat ettiğinizi göstermeleri de ayrı bir güzellik bana göre. Gözüm sürekli yaktığım kalorideydi. Zaten kalori hesabı diyetten ötürü baya sevmiştim, bu da üzerine tuz biber oldu.

İşte kardeşim ve diğer üye neredeyse on dakika koşup bıraktı. Bende sözde onlar koştu, ben yürüdüm diyerek daha fazla durmak istedim. Yarım saat yürüdüm herhalde ama bitirdiğimde terden sırılsıklamdım ve yanılmıyorsam, orada yazan değere göre 150 ile 160 arası kalori yakmıştım. 

Bir kez daha belirteyim, yerken çok güzel gidiyor ama o kalorileri yakması hiç kolay değil.

Neyse efendim ben bunu bitirip diğerine geçeyim diye hızlıca aletten indim ama o da ne? Yürüyemiyorum! Başım, herhalde hayatım boyunca böyle dönmemişti. Sanki altımdaki parkeler ileri doğru gidiyor gibi hissettim. 

Çok şükür ki yalnız değildim; kardeşim hemen yanıma geldi. O önce bitirdiği için az buçuk daha tecrübeliydi tabi. "Hemen otur şuraya," dedi. O zamana kadar varlığını gereksiz bulduğum koltuğa resmen yığıldım ve aklıma not ettim, bir daha bu kadar uzun süre kalmamak lazımdı bu alette.

Oturduğumu gören hoca hemen beni başka bir alete yönlendirdi. Bunun, beni koşu bandı kadar yormayacağını düşünmüştüm ama daha felaket oldu mesela. Eliptik bisiklet denen şu alet, yarım saat hızlı yürüdükten sonra hele de ilk gün pek çekilesi bir alet değil. Sonraki günler beni neredeyse hiç yormadı ama ilk gün, adeta öldürdü diyebilirim.

Hoca, bu alete ilk gün için beş dakika binmemin yeterli olduğunu söyledi ama ben ancak dört dakika dayanabildim. O da duraklamalarla...

Bunun ardından da ilk gün için bitirdik zaten. Halim haraptı ama bilmiyordum ki bu daha başlangıçtı. :) 

Diğer günleri konu alan bir şeyler de yazacağım elbet, burası benim günlüğüm gibi oldu ama sanırım biraz daha vakti var onun. :)

14.07.2016 ~






10 Temmuz 2016 Pazar

Eleanor - Park // Kitap Yorumuu ^^


Adından da anlaşılacağı üzere Eleanor ve Park'ın ilişkisini anlatan kitap Eleanor & Park kitabını yaklaşık iki gün önce bitirdim, buraya da çok taze olmasa da yorumunu yapmaya geldim. 

Öncelikle belirteyim ki kitabın ilk başları dil olarak biraz tuhaf gelse de hem yakın bir tanıdığın önerisine hem de kitabın arka kapağındaki yazar görüşlerindeki bazı yazarların fikrine güvenip kitaba devam ettim. Zaten bir süre sonra ya kitap çok akıcı olmaya başladı ya da ben alıştım, hangisi bilemiyorum ama kitap çok kolay ilerlemeye başladı. 



Şimdi size biraz içeriksel bir özet geçeyim;

Park 16 yaşında, ehliyet almaya çalışan ama manuel vitesle arası pek iyi olmayan, genelde yalnız takılmayı seven Koreli bir çocuktur. Diğer erkeklerin yapmayı bayıldıkları şeylerle arası pek iyi değildir; örneğin futbol gibi...

Bununla birlikte okulun kabadayısı sayılacak Steve ile iyi sayılabilecek bir dostluğu vardır ama nedense ondan ve tayfasından pek hazzetmemektedir. Biraz ikili karakteri olan bir çocuk yani :)

Çocuğun bu rutin hayatı bir gün okul servise binen kızıl saçlı kız tarafından değişmek üzeredir ama kendisinin bundan henüz haberi yoktur :)


Eleanor ise, kızıl kabarık saçlara sahip, hafifçe kilolu, erkek kıyafetleri giymekten ve tuhaf takılar takmaktan hoşlanan büsbütün garip bir kızdır. Sonradan öğreneceğimiz üzere sorunlu bir aileye sahiptir ve üvey babası tarafından evden kovulduktan sonra, onun affı üzerine yaşadığı yere dönmüş bir kızdır. Tek sorunu giyim tarzı değildir anlayacağınız...

Bu ikisinin hayatı, Eleanor'un o servise binmesiyle birden değişir. Eleanor okuldaki yeni kız olduğu gerçeğinin yanı sıra bir hayli de tuhaf olduğu için onunla kimse oturmak istemez. İlk tanışma da burada vukû bulur çünkü otobüs şoförü onun ısrarla bir yere oturmasını istemektedir. Oysa ona kimse yer vermiyordur. Bu sırada artık iç güdü mü yoksa başka bir şey midir bilinmez Park onu yanına çağırır ve arkadaşlıkları başlar. 

Açık konuşayım, ilk başlarda Park karakterinden pek hoşlanmamıştım. Çok havalı bir çocuk gibi görünüyordu ama altında yatan bambaşka biri vardı. Steve gibi insanların, kendisiyle uğraşmaması için Eleanor gibi insanların hep olması gerektiğini söylemişti mesela bir keresinde, beni kendisinden daha da soğutmuştu doğal olarak bu söz.

Ama sonra aşk onun da başını döndürmeye başladı ve bambaşka bir çocuk oldu. Eleanor için adım atmaktan korkan o çocuk yavaş yavaş gitti, yerine aşk sarhoşu haliyle kendi tabularını tek tek yıkan biri geldi. Tabi ki bu süreç hiç kolay olmadı. Hem onlar hem de şahsen benim için :)

Onlar birbirine iyiden iyide kapılıp giderken arka planda okulun diğer öğrencilerini görürüz. Başta Steve ve Tina olmak üzere, neredeyse bütün okul Eleanor'dan pek hazzetmemektedir. Hatta Tina ve arkadaşları, onunla her fırsatta dalga geçmeye, onu küçük düşürücü şeyler yapmaya devam ederler. Tabi Eleanor'un hayatındaki tek sorun bu değildir, kızın üvey babası da tam bir faciadır. Sadece Eleanor'a değil bütün ailesine eziyet etmektedir ama en çok Eleanor ve annesine yüklenir. 

Tüm bunlar olurken Eleanor'un bu kadar sakin kalması, yaşadıklarını bu kadar kolay hazmetmesi beni boğmadı değil. Hayatındaki her şey ters giderken bu kadar sakin kalabilmesi bence gerçekten de bir mucizeydi :) Tabi bunu kitabı okuyan diğer arkadaşım aşka yordu ama ben bilemiyorum, pek bir şeye yoramadım sanırım. :)

Ya da belki o arkadaş haklıydı. Park, Eleanor için bir sakinleştirici gibiydi. Hayatında her şey kötüye giderken Park ilk başlarda olmasa bile sonrasında onun en büyük destekçisiydi. Onun için Steve'e kafa tutup, bunun için kendi yüzünün dağılmasına izin verecek kadar çok seviyordu Eleanor'u. 

Ben bu yüzden Park'ı daha çok sevdim, hem de öyle böyle değil. Eleanor'u da sevdim tabi ama zaman zaman yersiz çıkışları, özellikle de Park'ı olur olmaz bir çok şey için suçlaması beni biraz sinirlendirmedi değil. Takıntılı bir kızdı bana göre Eleanor ve yaşadıklarına verip, onu haklı da gördüm aslında. Yine de Park'ı zaman zaman  çok üzdüğü gerçeğini aklımdan çıkaramadım. O, belki yaşantısından dolayıydı ama aşkta Park kadar cesur olamadı bana göre. Aynı şeyler Park'ın başına gelse, o Park'ın yaptıklarını yapabilir miydi, bilemiyorum. 

Ama yine de Parkla birbirlerine hislerini itiraf ederken ona söylediği "Senin için yaşıyorum," ifadesi beni çok etkiledi. Bana göre çokça da haklıydı bunu söylerken. Eleanor'un hayatında, onun için yaşayacağı kimse yoktu. Annesi zaten çocukları çok umursamıyordu, babası bambaşka bir dünyadaydı ve kardeşleri de çok küçüktü. Doğru dürüst arkadaşı yoktu ve bundan dolayı Park onun tüm dünyasıydı. 

Dikkat! SPOILER geliyor!

Bana göre kitabın en güzel kısımları, Park'ın Eleanor'u dayısının yanına götürdüğü yerlerdi. Bu sırada Park'ın hissettikleri, Eleanor'dan ayrılmak istemediği halde tek yolun bu olduğunu bilmesi içimi sızlattı. Bu sayfaları okurken, bende arada tıpkı Park gibi Eleanor'a kızmadan edemedim. Belki çok yorgundu ama yine de Park ikisinin sonunu düşünüp, ağlaya ağlaya uyuyakalırken, Eleanor'un çoktan uyumuş olması sinirimi bozmadı değil. :D 

Yine de yaşadıklarına vererek çok üstelemiyorum.

Evet, ben kitabı çok beğendim. Beni muallakta bırakan tek yer sonuydu. Maalesef, sonunu anlayamayanlardanım. Anlayamadığım gibi, sonuna kızanlardandım.

Şimdi, bir kitap sizi kendisine fazlasıyla bağlıyor ve onu mümkün olan en kısa sürede okuyorsunuz. Her sayfa ayrı bir güzel geliyor ve sona geldikçe daha da heyecanlanıyorsunuz. Ama sonra ne oluyor? Kitabın sonu belirsiz, hiç bir yere bağlanmayan, sonucu size bırakan bir son oluyor. 

Oysa siz neler olduğunu öğrenmek istiyorsunuz. Eleanor o karta ne yazdı? Geliyorum bu yazdı, beni unut mu yazdı, seni seviyorum mu yazdı, ne yazdı yani bu kız? Ya da Eleanor geri döndü mü, Park onu görmeye gitti mi... Bunlar hep muallakta kalan kısımlar. Haliyle, beni de deli eden kısımlar...

Ama yapacak bir şey yok. Son aynen böyle olmuş, bizde böyle okuduk.  

Bu haliyle bile, fazlasıyla güzel bir kitap olduğunun altını çizmek istiyorum. Zevkle tavsiye edilir. 




Senden Önce Ben / Me Before You ^^ Film Yorumuu.


Me Before You, yani Senden Önce Ben, aylar önce kitabını okuyup, çıkmasını deli gibi beklediğim ender filmler arasındaydı. Hatta film ilk çıktığında hem nöbetlerimin o ara biraz yoğun olmasından hem de Ramazan dolayısıyla izleyemediğimden ötürü kendi kendime epey kızmıştım. Neyse ki dün filmi izledim ve sıcağı sıcağına hemen gelip filmle ilgili detayları anlatmak istedim; zira birisine anlatmazsam çıldırabilirim :)

Böyle keyifli göründüğüme bakmayın, bu tamamen filmi sonunda izleyebilmiş olmanın verdiği bir keyif. Yoksa filmden sonraki bir saat gerçek anlamda sersem gibiydim. Üstelik ben bu filmin kitabını da okudum, sonunu da biliyorum. Bu kadar sarsılmış olmama kendim de anlam veremedim önce ama sonradan anladım ki aslında, bir umut sonu değişik olur diye bekleyip durmuşum. Maalesef, öyle bi şey olmadı.

Filmin konusu aynen şöyle;

Will Traynor (Sam Claflin) zengin, başarılı, yakışıklı, yaşamayı seven ve istediği her şeye sahip olan genç bir adamdır. Ancak talihsiz bir motosiklet kazası sonrası felç kalınca yaşama hevesini kaybetmiş, ölmeyi düşünmeye başlamıştır. Louisa Clark (Emilia Clarke) ise bir kafede garsonluk yapan, hayatta fazla bir başarısı ve beklentisi olmayan, her daim ablasının gölgesinde kalmış bir kadındır. Lou kafedeki işini kaybedince yeni bir iş aramaya başlar ve Will'in bakıcısı olarak çalışmaya işe alınır. Son derece kültürlü ve donanımlı biri olan Will, Louisa'yı önce küçümsese de genç kadının varlığı ona yaşama sevinci vermeye başlar. Aralarında kurulan bu arkadaşlık ve yakınlık, ikisini de çok değiştirecektir.


Bu elbette ki filmin en basit özeti, içeriği ise daha farklı :)





Filmin esas oğlanı Will Traynor, karaktere can veren isimse Sam Claflin. Özellikle belirtmek istiyorum ki bu adam romantik filmler için biçilmiş kaftan gibi geliyor şu aralar bana. İlk önce Açlık Oyunları/Ateşi Yakalamak filminde gördüğümüz bu tatlı şeyi, ikinci olarak Love Rosie'de izlemiş ve ikisinde de bayılmıştım. Ama Will Traynor karakteriyle bence bir çok insanın kalbinde kalıcı bir taht kurdu kendine :)

Karakter ilk başta soğuk, itici ve kaba geliyor ki bu gayet normal aslında. Boynundan aşağısı tutmayan, omurilik hasarı yaşayan bir adamın çok da neşeli olmasını bekleyemeyiz. Yine de buna rağmen terbiyesiz yada hadsiz biri değil, sadece biraz kaba gerçekten de :)


Louisa Clark ise, neredeyse Will'in tam tersi bir karakter. Hayatta sevmediği hiç bir şey yok, her şeyi sevebilen bir yapıya sahip. Nefret ettiği şeylerse yok denecek kadar az.

Böyle hayat dolu olan kızımızı Emilia Clarke canlandırıyor. Karakteri Game Of Thrones'tan tanımayan yoktur herhalde ama açıkçası ben daha önce hiç filmini izlememiştim. Nasıl olacağıyla ilgili de pek bir fikrim yoktu ama çok hoş olmuş açıkçası. Ayrıca, bu kadındaki kaş nasıl bir kaştır arkadaş! :)

İşte Louisa Clark, iş bulma çabasında genç bir kız olarak Will'in karşısına çıktığında her şey bir anda romantik bir olaya dönüşmedi elbette. Karakterlerin birbirlerine ısınmaları, özellikle de Will'in duvarlarını indirmesi epeyce zaman aldı ama her şey öylesine dengeliydi ki... Her şey ne gereğinden uzun sürdü ne de olması gerekenden kısa.

Diğer karakterler de filmde dikkat çekici tabi, örneğin Will'in anne babası, Louisa'nın anne ve babası, ayrıca sevgilisi, ve tabii Will'in daha ağır işlerinden sorumlu hemşiresi.

Bundan sonrası ağır spoiler! :)





Beni en çok etkileyen sahnelerden biriydi bu. Will'in duvarları net bir şekilde indirdiğinden emin olduğum sahneydi, onca insanın içinde sandalyesine Louisa'yı da alıp kendilerince romantik bir dans ederlerken, ikisinin de ne dünya ne de başka insanlar pek umurlarında değildi.



Favori sahnelerimden biri de kesinlikle bu :) Bu sahneyi izlerken onlar kadar olmasa da bende çok eğlendim :) Louisa'nın artık hiç bir yerde bulamıyorum dediği çizgili çorabı ve Louisa'nın buna küçük bir kız çocuğu gibi sevinmesi... Will'in gülümsemesini saymıyorum bile. Sahne o kadar güzel, o kadar sıcaktı ki Louisa'nın erkek arkadaşının kıskançlıktan resmen öldüğünü fark edemedim burada :) Ama adam haksız da değil yani. Kız elden gidiyor buralarda :)


Filmin, sanırım benim için en can alıcı sahnesi buydu. Her ne kadar çok enerjik ve güzel başlasa da ikisinin konuşmaları ve Louisa'nın film başladıktan beri ilk defa duygularını bu kadar güzel anlatışı benim bile gözlerimi doldurdu.

- Ki gerçekten öyle her şeye ağlayan bir insan değilimdir :D -

Ama bu sahne farklıydı. İkisi de ne olacaksa olsun dercesine eteklerinde taşları döktüler. İkisinin de içinde en ufak bir şey kalmadı söylenmedik. Tabi Louisa kadar Will'in de içindekileri dökmesi çok iyiydi. Öyle bir adamdan duymayı beklemeyeceğiniz kadar gerçekçi düşüncelerdi ve adeta bayıldım.

Yani aşkta bencillik kavramından kesinlikle uzak duran iki insan vardı o sahnede. İkisi de kendilerini adeta unutup, karşısındakine odaklandığı için de fikirler çatışıyordu. İçim ezildi resmen ya, ama sonuç o anda bile açık ve netti.

Tabi bu üç sahnede de içimden geçen hep şu oldu. "Bu insanlar neden birlikte olamıyor ya? Neden mutlu olamıyor bunlar?!"

Yazara tabi ki baya bir atarlandım falan ama güzel bir senaryoydu ve oyuncular da gerçekten harikaydı. Etkisini üzerimden attıktan sonra tekrar izleyebilirim diye düşünüyorum.

Son olarak filmi elbette ki çok beğendim. Bu her haliyle anlaşılıyor diye düşünüyorum. :) Bu tarz romantik komedilerden - özellikle de sonu dramatik bitenlerden - hoşlanıyorsanız kaçırmamanız lazım. Ama yok efendim ben ağlamaktan kendime gelemem, helak olurum diyorsanız riski göze almanızda fayda var. :)


Kaynaklar:
Filmin konusu (beyaz şeritli yer) sinemalar.com'dan alınmıştır. 
Görsellerse çeşitli Tumblr adreslerine aittir :)






30 Haziran 2016 Perşembe

Kalori Hesabı ( Nedir, Yararı Var mıdır, Nasıl yapılır ? )


 


Fazla kilolar hiç şüphe yok ki hayatımızın belirli bir döneminde hepimizin sorunu olmuş bir konudur. Bunu bazılarımız hayatımızın belirli bir dönemi yaşar, bazıları ara ara yaşar, bazıları hiç yaşamaz bazılarınınsa hayat boyu eksik etmediği bir sorundur. 

Maalesef, benim de hayat boyu başımdan eksik edemediğim bir sorun bu. :) Ama bir buçuk ay öncesine kadar nedense pek takmadığım bir mevzuydu. Elbette ki fazla kilolarım olduğunu biliyordum ama bunun için herhangi bir çaba göstermek manasız geliyordu. Sonuç olarak çevremde benden daha kilolu insanlar da vardı ve onlar kendileriyle gayet barışıktı.

Bence bir insanın, zayıflamaya başlamak için kafasına tokmak yediği bir ana şahit olması gerekiyor. O anı yaşamadan önce kimse, ya da genelleme yapmayayım çoğu kimse, fazla kilosundan kurtulmak için radikal bir adım atmaya yanaşmıyor.

Sanırım benim kafama tokmak yediğim o an, bir misafirlikte neyime güvenip çıktığımı anlayamasam da tartıya ayak bastığım o ana denk geldi. Huyum kurusun, fazla kilolarımdan gayet haberdar olduğum için tartıya bir kaç yıldır hiç çıkmamıştım. Ama o an, kafama tokmak yiyesim varmış demek ki, çıktım ve adeta yıkıldım. Tartıda gördüğüm rakam üç rakamlı değildi ama bu şekilde gidersem üç rakamlı bir kiloya sahip olma ihtimalim çok da uzak bir ihtimal sayılmazdı.

O ara hiç müsait bir dönemimde değildim ama ertesi hafta, kendimi diyetisyenin önünde buluverdim. Kilomla büyük bir sorunum yoktu ama bana bile oraya gitmek bir acayip göründü. Üstelik bir de sağlıkçıyım! Her daim hastanenin içindeyim ama bir garip olmaktan kendime alamadım.

Neyse efendim gittik diyetisyen uzmanının karşısına... Önce boy/kilo aldı, sonra günlük yaşantımla ilgili bir kaç soru sordu. Akabinde de bana bir liste ve listeye eklediği bir çok tavsiye verdi. On beş gün sonra da tekrar gel, kontrol edelim dedi. 

Nedense şu zamana kadar hep diyetisyenlerin akşam ne yiyeceğime kadar vereceklerini düşünmüşümdür. Hani atıyorum sabah üç tane zeytin, bir dilim beyaz peynir, bir dilim ince tahıllı ekmek, öğle yemeğinde üç kaşık zeytinyağlı fasulye gibi... Ama benim gittiğim diyetisyen uzmanı bana günlük yemem gereken kalori miktarını, bunu nasıl tüketebileceğimi örneklerle açıkladı, devamını bana bıraktı. Açıkçası böylesi çok daha hoştu.

Yine de ben ne kadar yemem gerektiği konusunda biraz kararsızdım. Üç yemek kaşığı diyor ama onu hesap etmek ve tabii ki onunla doymak çok zor. Yine de zaman çabuk geçti ve on beş gün sonra kontrole gittim. Tam iki buçuk kilo vermişim. Elbette ki bana gayet güzel göründü bu sonuç; en azından üç rakamlı kilolardan biraz daha uzaklaşmıştım.

İşte kalori hesabıyla da o ara tanıştım. Bir arkadaşımın yada diyetisyenimin önerisiyle değil, kendim internetten araştırırken buldum bunu. Oldukça gelişmiş bir sistem olduğunu da o an fark ettim çünkü Android/IOS uygulamasından, internet sitesinden online takibe kadar bir çok alana yayılmış. Tabi ki bu durumdan oldukça memnun oldum ama kalori hesabıyla zayıflamanın ne kadar doğru olduğunu da bilmiyordum. Yine de denemek istedim. Uygulamaların renkli ve eğlenceli yüzü de denememe yardımcı oldu tabi ki.

Kalori hesabının en basit tanımı, yandaki resimdir herhalde. İki kalın dilim kaşar peyniriyle, koca bir tabak elmanın kalori değeri aynı. Elbette ki lezzetleri - en azından bana göre - aynı değil. :) Mesela bir tabak elma da tabi ki lezzetlidir ama iki kalın dilim kaşar peyniriyle yapılacak çok daha lezzetli şeyler var. Ama doyuruculuk, kalori değeri ve sağlık açısından bakıldığında elma çok daha iyi. İşte kalori hesabının yaptığı şey bu; hangi besinden, ne kadar yemeliyiz? 

Burada bahsettiğimiz şey sadece sağlıklı besinlerin ne kadar yenmesi değil. Şimdi, eğri oturalım doğru konuşalım; sağlıksız besinlerin bazıları unutulup kolayca vazgeçilemeyecek kadar güzel. Peki bunlardan hiç mi yemeyeceğiz? Diyet programımız ( koruma diyetini saymıyorum ) dört ay diyelim. Dört ay boyunca hiç mi dondurma tüketmeyeceğiz mesela?

Bana göre hayır. Can bu sonuçta, çekiyor. Ama tabi ki can boğazdan gelir diyerek koca kutu dondurmayı tek başına götürmeye de gerek yok. Yarım porsiyonluk bir dondurma ( net kalorisini bilmiyorum ama çok rahat bulabilirsiniz ) bana yetiyor şahsen. Porsiyon tanımı da burada önemli... Ben, canımın çok çektiği zamanlarda bir kepçe kadar yiyorum. Ve çikolatayı çok sevmeme rağmen sadece vanilyalı tüketiyorum. O da takdir edersiniz ki çok nadir olmak şartıyla... Her şeye rağmen diyetin disiplinini bozmamak gerekir.

Bu arada ben Android kullanıcısı olarak YAZIO uygulamasını kullanıyorum. Ara yüzü çok sevimli, her şey elimin altında gibi. Kalori değerlerine de güveniyorum açıkçası. Çoğu besini de rahatlıkla bulduğum için epeyce bir süre daha bunu kullanacağımdan emin gibiyim.

Bu tip kalori hesabı programlarının sevdiğim bir diğer özelliği; tükettiğiniz besinler kadar harcadığınız enerji miktarını da hesaplaması. Mesela, o gün hızlı tempoda yarım saat yürüyüş yaptınız. Bunu da kalori hesabı programınıza ekliyorsunuz. Burada amaç genel olarak şu; gün boyu aldığınız ve yaktığınız kalorilerin toplam hesabının, kilo vermenize yardımcı olacak miktarda sabit kalması. Bunun da yıllardır süregelen bir yöntemi var. Bir kilogram verebilmek için, 7400 kalori yakılması gerekiyor. Diyelim ki sizin almanız gereken günlük kalori değeri ( Bu tamamen sizin kilonuza, boyuna, vermek istediğiniz kilo miktarına ve kan değerlerinize bağlıdır ! ) 2300. Günlük 1300 kaloride kalarak bir haftada ortalama 7000 kalori artırarak haftada bir kilo, ayda dört kilo verebilirsiniz. Bu 1300 kaloriyi de iste 1700 kalori alıp, 400 kalori yakarak verirsiniz; isterseniz de 1300 kaloriyi sadece alıp, sabit kalırsınız. Bu tamamen size bağlı. Yine de az da olsa hareketli bir yaşamın daha sağlıklı olduğunu belirtmekte yarar var. Zamanınız ve siz müsaitseniz, spor en sağlıklısı...

Elbette ki bu, tamamen dışarıdan bir gözlemci olarak yorumum. Tamamen kanıtlanmış şeyler yazmadım. Sadece bende bu yoldayım, kilo vermeye çalışıyorum ve bunu burada paylaşmak istedim. Yani yazdıklarım genel şeylerdir ki bu yola çıkmadan önce kan tahlillerimi yaptırıp, diyetisyenimle net olarak konuştum. Sizinde diyete başlamadan önce bunu yapmanızı şiddetle tavsiye ederim çünkü zamanında diyet yapmak istiyorum diyerek hastanelik olan tanıdıklarım var. Unutmayalım, önce sağlık. :)



27 Haziran 2016 Pazartesi

Cerrah - Tess Gerritsen ( Kitap Yorumu )



Tekrar merhabaa! 

Bugün blogta ilk kitap yorumumu yapmak istiyorum. Bu da, kısa süre önce bitirdiğim, Tess Gerritsen'ın Cerrah adlı kitabı oldu. 

Kitabı, yaklaşık bir ay önce falan bitirdim, ama izleri hala taze gibi. Açık konuşmak gerekirse, öyle çok polisiye kitaplar okuyan biri sayılmam. Benim ilgi alanımı fantastik yada romantizm konulu kitaplar çekiyor. Bu yüzden bir polisiye kitaba başlamak biraz zor oldu çünkü nedense polisiye kitaplar biraz gözümü korkutuyordu. Bilmediğim terimler, anlamsız bir ağırlık ve verilmeye çalışıldığı halde verilemeyen macera duygusu olursa diye hep çekimser kaldım bu gruba. Ama bu kadın, benim bu türle ilgili ön yargılarımı yıktı diyebilirim. 

Konuya girmeden önce Cerrah'ın, serinin ilk kitabı olduğunu belirtmeden geçmeyelim. 

Şimdi, konuya gelirsek...

Kitap, bir cinayetle başlıyor. Sonrasında cinayeti çözmeye gelen dedektiflerimizi bu sırada tanıyoruz. Bir çok dedektif var tabi ki ama benim favorim, belki de dizisinden dolayı Rizzoli oldu. Mükemmel karakterlere o kadar çok alışmışız ki böyle "normal", eksileri de olan bir karakter... Bayan olduğu için bir sürü erkek polisin yanında ayakta dimdik durmaya çalışan kadın imajını çook güzel vermiş. :)

Bir de benim nedense sevdiğim ama gözümde Rizzoli kadar olamayan diğer ana karakterimiz var; Dr. Catherine Cordell. Doktorumuz Savannah'ta çalışırken asistan bir Dr. tarafından saldırıya uğruyor, ama mücadeleyi kesmediği için saldırganı vuruyor. Yine de bu kötü olaydan dolayı çok etkilenip, Boston'a geliyor.

Onun öldürdüğü saldırganın daha önceki cinayetlerine benzer cinayetler ortaya çıkınca da Boston Polisi ilk önce onun kapısını çalıyor doğal olarak. İlk başlarda fark edemiyoruz ama sonradan anlıyoruz ki, asıl hedef bu kadın.

Tabi bu sırada Cerrah lakaplı katil boş durmayıp, ilginç ve oldukça kanlı cinayetler işlemekle meşguldür. Tüm bunların arka planında ise Dr. Cordell ve diğer polis memurumuz arasında bir aşk doğmaya çalışmaktadır :)




Cerrah, gerilimin hiç düşmediği bir kitap. Öyle ki başladıktan sonra bitirmem çok da uzun sürmedi. Heyecanlı bir kitaptı vesselam, okuyucu bırakmayan bir tarafı vardı. Karakterlerden tutalım da akıcılığına kadar her şeyi tam kararındaydı bence.

Yalnız, şöyle bir şeyin altını çizmek istiyorum ki, kitap ünlü Rizzoli&Isles dizisinin konusunu aldığı bir kitap. Az önce de dediğim gibi, Rizzoli bu kitapta var ve kendisi benim favorim :) Isles karakteri ise bu kitapta yok, kendisini Çırak'ta göreceğiz.

Evet, sanırım söyleyeceklerim bu kadar. Bu tarz kitaplardan hoşlanıyorsanız eğer kaçırmamanız gerek diyorum. :)


26 Haziran 2016 Pazar

Sevgililer Günü Katliamı. ( Film Yorumu )


Merhabalar :)

Bugün, burada tam yedi yıl önce vizyona girmiş bir filmden bahsetmek istiyorum. Maalesef benim filmi yeni izleme şansım oldu. Böyle bir filmi, sıkı bir Jensen Ackles fanı olarak nasıl kaçırdım bende anlamadım ama sonunda izledim- hatta izledik- ve kendi adıma konuşmam gerekirse bayıldım. :')

Şimdi, konu şu: madende oluşan bir kazadan ötürü, beş maden işçisi ölmüş, biri de ağır yaralanmıştır. Ağır yaralanan Harry Warden bir nevi komada gibidir; kendine geldiğinde aradan 10 yıl geçmiştir. Üstelik kendine geldiği ilk gün, sebebi bilinmez bir şekilde 22 kişiyi vahşice katletmiştir. Bunun sonucunda da kaçmaya çalışırken öldürülmüştür.

Ana karakterimiz Tom Hanniger ise, Harry Warden'ın kendisini öldürmesine ramak kala hayatta kalmayı başarmış ama daha fazla kasabada duramayarak oradan ayrılmıştır. Yine ne hikmetse, o da aradan 10 yıl geçtikten sonra tekrar kasabaya gelir ve bu korkunç cinayetler tekrar başlar.

Tabi bu sırada Tom'un 10 yıl önce geride bıraktığı ama hala unutamadığı sevgilisi Sarah, arkadaş grubundan Alex ile evlenmiştir ve Alex de bu 10 yıl içerisinde kasabanın şerifi olmuştur.Ayriyeten, Tom'dan da hiç hoşlanmamaktadır.

Ölümler, Tom kasabaya döner dönmez başladığı için doğal olarak herkes - en çok da Alex - Tom'dan şüphelenmeye başlar. Katil geride kimse bırakmamaktadır, bıraksa dahi yüzünde maske vardır. Bu sırada açılıp bakıldığında görülen Harry Warden'ın boş mezarı da olaya ayrı bir gizem katmaktadır tabi, acaba Harry Warden hiç ölmemiş midir?




Katilimizin tipi tam olarak bu ve onun gerçekte kim olduğunu filmin sonuna kadar öğrenemiyoruz. Gizem son ana kadar devam ediyor tabi ki :) Bu sırada bir sürü vahşi, kanlı ölüm seyrediyoruz sadece. 

Filmin gerilim dozajı hiç düşmediği için süre bana çok uzun gelmedi, tam kararındaydı. Katilin kim olduğunu yorumlara baktığımda bazıları anlamış ama ben tahmin bile yürütemedim açıkçası. Bir de böyle filmlerde tahmin yürütmek pek hoşuma gitmiyor, son anda şaşırıp kalmayı daha çok seviyorum ben :)



Filmdeki Jensen Ackles etkeni, filmi beğenmemde büyük bir etki evet kabul ediyorum ama filmin ilerleyici ve sürükleyici olması da onu beğenmemde büyük bir etken... Bu tarz gerilim filmlerini sevenlerin kaçırmaması gereken filmlerden. Bana göre puanı 7,9. :)

Not: Filmde her ne kadar beni son ana kadar kızdırsalar da Alex ve Sarah karakterlerini canlandıran oyuncuları da sevdiğimi belirtmem gerek sanırım. Dikkat! SPOILER geliyor, son ana kadar katil olarak düşündüğüm Alex'in, onu gözümde katil olarak nitelendiren hareketlerinin aslında sadece karısını korumak olduğunu fark etmem de bunda büyük bir etken tabi. :)






Araba Heyecanı :)



Tekrar merhaba! :)

İlk konu, tanışmaydı. İkinci konumuzsa, bence benim bu hayattaki en büyük isteklerimden biri olan Ford Ka olmalı. :) Şimdi size birazcık bu arabadan bahsedeyim.

Öncelikle altını çizmek istiyorum ki bu arabayı henüz almadım. Yani öyle uzun sürecek bir deneyimim olmadı. Ama bu haliyle bile rüyalarımı süslüyor. Öyle ki bu arabayı alacağım dediğimde duyduğum onlarca olumsuz yorum bile, bu durumu etkilemedi.

Olumsuz yorum derken, en büyük olumsuz yorumu sanırım arabanın boyutları için aldım. Evet, araba biraz küçük. Bir aile arabasından çok bekara yada en fazla yeni evli çifte gidebilecek bir araba. Elbette ki arka koltuklarda da normal boyuttaki üç insan oturabilir ama yine de üç kapılı olmasından da görülebileceği üzere arabanın ebatları öyle büyük değil. 

Ama bu ölçüleri, tabi ki yoğun trafik sıkıntısı çeken şehirler için onu ideal araba yapıyor. Hem arabaların arasından kolayca sıyrılabilir, hem de yana yakıla park yeri aramazsınız. Bu küçük araba, neredeyse her yere sığabilecek durumda :)

Bir diğer olumsuz yorumu da arabanın moturu için aldım. Araç 1300 motor ve 60 beygir gücünde. Elbette ki bu değerler kulağa biraz küçük geliyor ama bahsettiğimiz arabanın da ağırlığını göz önüne koymakta fayda var. Dolayısıyla sert rampalarda arabayı taşıyamayacak bir motordan bahsetmiyoruz. 




Tabi, seri bir araç olduğu da söylenemez. 0-100 km/h süresi, oldukça yüksek. Biraz hantal bir araç yani. Ama düşünüldüğünde, böylesi küçük bir arabanın çok hızlı olmasının getireceği sorunlar direk göze batıyor. 

En büyük artısı ise, arabanın yol tutuşu. Kendisinden beklenmeyecek bir yol tutuşa sahip. İnternette bununla ilgili bir çok video bulunmakta; virajlara sağlam girip sağlam çıkmak gibi bir özelliği var. Belki küçük olduğundan, belki de ağırlık merkezinin çok iyi ayarlanmasından ötürü bilinmez ama virajlarda çok savutturan bir araba değil.

Arabanın 1998-2001 arası modelinden bahsediyorum ben, bunun da altını çizeyim. Elbette ki daha yüksek yada daha farklı modelleri de var. Ama benim almak istediğim araba tam olarak bu model ve yaşa sahip olduğu için bunu anlattım.

Arabanın, klimalı ve klimasız modelleri var. Motora rağmen, klima oldukça iyi soğutuyor, bu iyi bir artı. 

Ford Ka'nın belki de en önemli iki eksiği devir saati ve hararet göstergesinin olmaması. Yani sadece benzin deposundaki yakıt seviyesi ve hız göstergesi mevcut. Tabi ki yıl oldu 2016, artık her şey mümkün. Hararet göstergesiyle devir saatini sonradan da ekletebiliyorsunuz. Özellikle bu aracı ilk araba olarak kullananlarda vites değişimlerini devir saatsiz yapmak ve arabanın hararet durumu anlayamamak sorun olabilir. 

Mesela kesin bende de bu sorunlar olacak :)

Bir diğer ayrıntı olarak, araç benzinli. LPG'de taktırılabiliyor, hatta piyasadaki çoğu araçta LPG var. Sadece LPG'nin bagajı büyük ölçüde kapattığını söylemekte yarar var. 

Evet, sanırım söyleyeceklerim şimdilik bu kadar. Kısmet olur da bu arabayı alırsam, bir çok detayını daha yazacağım buraya. O günler de gelecek inşallah :) 

Son olarak yazıyı arabanın sloganıyla bitirelim;

Küçücük bir araba, kocaman bir tutku...